🗻 Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Karakter Analizi
AnahtarSözcükler:Karşılaştırmalı edebiyat, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, İnsanın Esareti, bedensel sorunlar, oluşum romanı BODILY PROBLEMS: A COMPARATIVE LITERARY ANALYSIS OF DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU AND OF HUMAN BONDAGE Abstract Bodily problems such as physical disorders or defects are the themes one often encounters in world
GelelimDokuzuncu Hariciye Koğuşu denen o yere. O yer de dünyayı anımsatır dururdu. İnsanların yaşamaktan bıktığı tıpkı bir hapishane Dünya gerçekten de hapishane. Her sokağında her evinde ayrı bir suçlu Kimi masum görünümlü kimi direkt azılı O zaman ne gerek var cezaevlerine.
27 Şubat 1960 tarihinde Ankara da dünyaya gelen oyuncu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Bölümünden mezun olmuştur. İlk kez kamera karşısına 1985 yolunda yayınlanan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı proje ile çıkmıştır. Başarılı oyuncu Ağlama Anne, Kurtlar Vadisi Pusu, Osmanlı Tokadı adlı dizilerde de oynamıştır.
OLAY ÖRGÜSÜ: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanının olay örgüsü üç bölümden oluşur. Birinci bölüm, romanın başından “Beni Karşılayan Sükut” bölümüne kadar uzanan kısmıdır.(Peyami Safa (1993), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s:5, 41) Birinci bölümde çatışma, gençle hasta organı arasında meydana gelir:
710 puan. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. İncelemenin kahir ekseriyeti kitabın teması ve kitap hakkında insanların yaptığı yorumlarda sürekli değindikleri psikolojik tahlillerin,duygu betimlemelerinin,gerçekten sadece psikolojik tahlillerin kendilerinden mi kaynaklandıkları,yoksa okurların empati kurabilmelerine oranla mı yazarın
Bu kitap, bütün bir fakir çocuklar hastahanesinin romanıdır. Burjuvanın çocuğu 9 uncu Hariciye Koğuşu’nda yatmadı, o ve onun anası, babası o beyaz duvarların kabusunu duyamaz. 9 uncu Hariciye Koğuşu’nda halkın çocuğu yatıyor, benim oğlum yatacak, onu ancak biz anlarız. Peyami’nin bu kitabı tam mükemmel ve ciddi
Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Konusu: On beş yasındaki bir genç, dizindeki kemik veremi hastalığı nedeniyle iki kere ameliyat geçirmiştir. Fakat iki kez ameliyat olmasına rağmen iyileşememiştir.
1 Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. Peyami Safa’nın kendi çocukluğunu karakterize ettiği ve geniş ruhsal tahlillere yer verdiği Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında ismi belli olmayan ve çocuk yaşta hastane koridorlarında dolaşmak zorunda kalan bir çocuğun ruhsal çöküntüsü yaşadığı bir aşk hikayesi üzerinden dile
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Okul kütüphanesinden aldığım kopya ve notlarım arzı endam ederken Bu yazın ilk Peyami Safa romanını bitirmiş bulunuyorum.
BdUk. Türk edebiyatından Dünya edebiyatına kazandırılmış olan pek çok eser bulunmaktadır. O eserlerden en önemlileri arasında Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabıdır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabı Cumhuriyet döneminde yazılmış olan bir eserdir. Kitap yazıldığı dönem ve çıktığı yıldan sonra oldukça fazla beğenilmiştir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabı otobiyografik romanların en önemlileri arasındadır. Kitap internette de en çok araştırılmış kitaplar arasında yer almaktadır. Peki Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabını kim yazmıştır? Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabının konusu ve ana fikri nedir? Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabının özeti nedir? İşte Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabına dair her Hariciye Koğuşu kitabı 1930 yılında yayınlanmış bir eserdir. Kitap daha sonra 1967 yılında bir kez uyarlanmıştır. Kurgu türünde yazılmış olan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabı yazarın en beğenilen kitaplarından birisidir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabı bir otobiyografik romandır. Bu kitap ilk kez Resimli Ay adlı yayın ei tarafından yazılmıştır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Kitabı Konusu ve Anafikri Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabının konusu 15 yaşındaki bir gencin kemik veremi hastalığa yakalanması sonucu hayata tutunma çabasını anlatır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabının ana fikri insanoğlu kendisine verilen öğütleri her zaman ciddiye almalı ve o öğütlere uymalıdır. Aksi takdirde üzülen taraf olur.. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Kitabını Kim Yazmıştır? Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabının yazarı ünlü Türk yazar Peyami Safa'dır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Özet 15 yaşında bir çocuk, küçük yaşlardan itibaren dizinde bulunan ve henüz tam olarak teşhis edilemeyen bir hastalığın pençesindedir. Bu hastalıktan dolayı da oldukça fazla sıkıntı çekmektedir. Akranları sürekli olarak oyun oynarken onun hayatının büyük çoğunluğu hastanelerde geçmektedir. Yapılan son doktor kontrollerinden sonra çocuğun dizindeki hastalığın bir kemik veremi olduğu kanısına varılmıştır. Bu hastalık oldukça zor bir hastalık olduğundan dolayı, sonunda bacağından dahi olabilmektedir. Hastalığın tedavisi olarak doktorlar, iyi beslenmenin, stresten uzak bir yaşam sürmenin önemli olduğunu söyler. Çocuk hastaneden çıktıktan sonra bu kötü haberi annesine nasıl vereceğini düşünür. Eve dahi gitmek istemez ve oldukça üzgündür. Fakat başka da gidecek bir yeri bulunmamaktadır. Eve gider fakat bu sefer de annesine hiçbir türlü bütün bu olanları anlatamaz. Doktorların söylemiş olduğu rahat yaşam sürmesi gerektiği, çocuk için tamamen terstir. Çünkü ailesinin maddi durumu oldukça kötüdür. Bundan dolayı çocuğun çalışması gerekmektedir. Erenköy'de bulunan uzaktan akrabası çocuğun hastalığını öğrenir ve yanına köşke alır. Paşanın yanında çalışan çocuk köşkte ise paşanın kızı olan Nüzhet'e aşık olur. Bu aşk karşılıksız değildir. Nüzhet'te çocuktan etkilenir. Fakat Nüzhet'i başka biri istemektedir. Dr. Ragıp Paşa'ya kızına talip olduğunu söyler. Fakat Ragıp tam 35 yaşındadır. Bundan dolayı ailesi kızı verip vermeme konusunda kararsız kalmıştır. Paşa kesinlikle kızının bu doktorla evlenmesini istemez fakat paşanın eşi de tersi bir şekilde evlenmesi gerektiğini düşünür. Paşa'nın karısı Nüzhet ile çocuğun birbirini sevdiğini görür. Kızını çocuktan ayırmak için ise çocuğa yalan söyler. Kızının aslında bulaşıcı bir mikrobik hastalık olduğunu bundan dolayı kendisinin de eğer hasta olmasını istemiyorsa kızından uzak durması gerektiğini söylemiştir. Çocuk bunu duyduktan sonra o gece köşkten ayrılmak ister. Fakat o anda da çocuğun annesi köşke gelir. Bundan dolayı köşkten ayrılma düşüncesi 1 hafta uzar. Tam o anda da doktor Ragıp'ın ailesi köşke gelir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Karakterleri - Nüzhet - Paşa - Çocuk - Yenge - Nurefşan - Doktor Ragıp - Doktor Mithat - Operatör
KİTABIN ADI DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞUKİTABIN YAZARI PEYAMİ SAFAYAYIN EVİ VE ADRESİ ÖTÜKEN YAYINEVİ MALTEPE İSTANBUL BASIM YILI KONUSU Çocukluğundan beri bacağından rahatsız olan ve kimseyi dinlemeyen birisinin, hayaller peşinde koşarken başından geçen ÖZETİYazarın küçüklüğünden beri çektiği hastalık onu hastahanelerden tiksindirmiştir. Fakat durumu ciddiyetini korumaktadır. Annesi ile kenar mahallelerin birinde virane ahşap bir evde yaşamaktadır. Bir gün ameliyat olması gerektiğini öğrenip hastahaneden döndüğünde evde annesini bulamaz ama odanın halinden annesinin şiddetli bir baş ağrısı geçirdiğini anlar. O sırada annesi gelir. Yazar ise annesini üzmemek için ona gerçekleri anlatmaz. Kendi doktaruna gidip ona gözükmesi gerektiğini söyler. Annesi yazarın Erenköye gideceğini öğrenince paşanında onu merak ettiğini söyler. Ertesi gün yazar önce paşaya gider. Paşa ilk olarak sağlık durumunun nasıl olduğunu sorar yazar da kaçamak cevaplar vererek olayı geçiştirir. Daha sonra odaya Nüzhet gelir yazardan getirmesini istediği kitapları alır. Kızı gidince paşa yazara bir de doktor Ragıp Bey’ e görünmesini tavsiye eder. Paşanın uzaktan akrabası olan yazar küçük yaşlardan beri onunla konuşur, ona kitap okur. O akşam yine bir roman okumaktadır fakat paşa uyuyunca Nüzhet’ le birlikte beahçeye gider ve muhabbet ederler. Yazar on beş yaşında ve aralarında dört yaş olmasına rağmen Nüzhet’ i sevmektedir. Ancak onun da aynı duyguları hissetiğinden emin olmaz. Bahçede konuşurken doktor Ragıp’ ın Nüzhet’ i istediğini duyunca önce üzülür ama Nüzhet oralı olmayınca, duyduğu şüpheye rağmen keyfi yerine gelir. Daha sonra Nüzhet annesinin isteği üzerine uyumaya gider ve yazar da kendine olan tüm güvenini kaybeder. Hastalığı onu normal yaşından çok daha olgun davranmaya sevk etmiştir. Doktorun ikazlarına rağmen baston kullanmayan yazar o gece yatakta yorgun ve acı içinde kıvranmaktadır. Henüz uyumadan Nüzhet yazarın evine uğrar ve uyuyamadığını bahane ederek tekrar koyu bir muhabbete başlarlar. Ertesi gün yazar erkenden doktara gideceğinden Nüzhet onun uyumasını ister. Fakat yazar ona karşı olan zaafiyetini daha fazla saklayamaz, onu kendisine çekip bir kere öper ve Nüzhet şaşkınlık içerisinde koşarak eve gider. Sabah olunca yazar Kadıköye gider ve paşanın istediği kitapları alır ve sonra da annesine bir ay içerisinde gelemeyeceğini yazar. Oradan da doktara gider fakat operatörün dersi olduğundan görüşemezler. Operatörle akşama görüşebilen yazar ondan baston kullanması ve iyi yemesi ve dinlenmesi konusunda uyarı alır. İşi bitip köşke dönen yazar içeriye girdiğinde kendisinden gizli birşey konuşulduğunu anlar ve üzüntü içerisinde bahçeye oturmaya çıkar. Daha sonra Nüzhet gelir ve yazar içeri girdiğinde annesinin dolabın arkasında çıplak olduğunu söyleyerek onu rahatlatır. Fakat akşam Nurefşan ona gerçekleri yani Nüzhet ile doktor Ragıp’ın durumlarını konuştuklarını söyler. Yazar hayal kırıklığına uğrar ve Nüzhet’ in odasına konuşmaya girer. Nüzhet yine yazarı ikna eder. Daha sonra ikiside uyurlar. Ertesi günü Nüzhet’ le bahçede geçiren yazar Nüzhet’ le cinsel yakınlaşmalara girer. O akşam doktor Ragıp yemeğe gelir ve yazar hiç oralı olmaz. Konukları gidince Paşa yazara doktor hakkında görüşlerini sorar o da Ragıp’ ı Nüzhet’ e yakıştıramadığını söyler bunu duyan yengesi de içinden yazara karşı kin tutar. Bir gün yazar yengesinin Nüzhet’i mikroplara karşı uyardığını ve eşyalarımızı ayırdım dediğini duyar ve bunun üzerine evi terketme kararı alır. Ancak annesininde o gün paşalara geleceğini duyması kararını değiştirmesine neden olur. Hızla geçengünlerden sonra nihayet evine dönen yazarın ağrıları gün geçtikçe arttığından annesi onu fakülteye götürür. Operatör ona durmun ciddiyetini hatırlatır ve yerinden bile kıpıdamamasını ister. Evi birden kalabıklaşan yazarın yakınları onu teselli etmeye çalışır. Tekrar fakülteye gittiğinde operatör bacağın kesilmesi gerektiğini söyler fakat buna razı olmayan yazar birden bayılıverir. Bundan etkilenen operatör kasaplardan farkı olmaları gerektiğini söyleyip yazara, üç aylık bir sürede bacağını kurtarmak için hastahanete kalması gerektiğini söyler. Yazar bunu kabul etmek zorunda kalır ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşuna yatırılır. Burası ona hapishane gibi gelir ve ilk gecesi olaylı biter. Bu korkuya dayanamaz ve bütün gücüyle bağırıp çağırır. Zor geçen günlrin sonunda ameliyat günü gelir. Ameliyatı bitince yedinci pansumanda doktor bacağın kurtılduğun ancak yer basamayacağını söyler. Daha sonra da Nüzhet’ ten gelen karttan Paşanın hastalandığını Nüzhet’ in de doktor Ragıp’ la nikahlanacağını öğrenir. Acılar içinde geçen günlerin sonunda annesi doktor Mithat ve arkadaşı onu hastahaneden taburcu ettirirler. ANA FİKRİBize verilen öğütleri ciddiye almalı ve hayallere peşinden koşmamalıyız. Aksi takdirde kaybeden yine OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİYazar Tek bacağından acı çeken ve ümitleri peşinde rüyalar aleminde koşan Yerinde duramıyan yaşam dolu son derece hareketli Disiplinli, yardım sever ve dediğim dedik, inatçı İçten pazarlıklı kızının iyiliğini düşünen bir Köşkün hizmetçisi ve yazarın mutluluğu için elinden geleni yapan Ragıp Bakımlı ve kültürlü bir Mithat Yazarın İnsanliğa faydalı olmaya çalışan bilinçli bir tıp HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLERKısa ve anlaşılması güç bi kitaptaki şahısları psikolojik yönden ele bir YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİPeyami Safa İstanbul’ da 1899 yılında doğdu. Dokuz yaşında iken sağ elinin ekleminde kemik hastalığının başlaması, on üç yaşında iken de hayatını kazanmak zorunda kalması yüzünden düzenli okul öğrenimi göremedi, kendi kendini yetiştirdi. “ Biri Yerli ve Kopanlıklar Kralı” adlı 1913 ve “ Üç Kardeş” adlı 1918 birer hikayelik iki küçük kitap çıkarıyor, Fagfur 1918 vb. gibi sanat dergilerinde hikaye çevirileri ve makaleleri sonunda, kardeşinin isteğiyle memurluktan ayrılıp basın hayatına atıldı. Çıkardıkları “ Yirminci Asır” adlı bir akşam gazetesinde “ Asrın Hikayeleri” genel başlığı adı altında halk için gazete hikayeleri yazdı. İlk otuz kırk tanesi imzasız yayımlanan bu hikayeler o zaman çok beğenildi; yazar devrin ileri gelen bazı sanatçıları Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı, Ömer Seyfettin vb. tarafından teşvik tarihten sonra yalnız gazetelerde çalıştı. Fıkra, makale ve roman yazarı olarak geniş bir üne ulaştı. Bu arada “ Kültür Haftası 1936 ve Türk Düşüncesi 1953-1960” adlı iki de dergi çıkardı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında kendini Faşizm akımına kaptırdı; savaş sonrasında calıştığı parti gazetelerine göre ikide bir ağız değiştirerek siyasal bir dengesizlik içinde bocaladığı, genellikle gerici bir takım görüşlerin savunuculuğunu yaptı. Atatürkün sağlığında “ Türk İnkılabına Bakışlar1938” adlı bir kitap yazmışken Atatürkün ölümünden sonra devrin düşmanı bir yol tutu. 1961’ de İstanbul’ da Fatih Harbiye, Şimşek, Bir Tereddütün Romanı, Sözde Kızlar, Mahşer.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Konusu Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında, dizindeki meçhul bir kemik hastalığı nedeniyle yıllardır hastane koridorlarını aşındıran on beş yaşındaki küçük bir çocuğun acı dolu, sıkıntılı, bunalımlı tedavi süreci; hastalığın vermiş olduğu tedirginlik, eziklik, yalnızlık duygusu; doktorların olumsuz konuşmalarına rağmen hayata tutunma mücadelesi; bir akrabasının kızına âşık olması, hastalık sebebiyle sevdiği kızı zengin bir doktora kaptırması konu olarak işlenmiştir. “Fakir ve dizinden rahatsız olan bir çocuğun, kendisinden dört yaş büyük bir kıza âşık olması, beraberliğe dönüşmeyen bu aşkın getirdiği sıkıntı ve heyecanlardan dolayı rahatsızlığının artması ve nihayet ameliyat edilmesi, romanın konusunu teşkil etmektedir.” Tekin, Orhan Okay’a göre romanın “konusu kısaca şöyledir On beş yaşlarında, yıllardır kemik vereminden muzdarip bir genç olan roman kahramanı, annesiyle beraber İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde, mütevazı bir evde yaşamaktadır. Geçirdiği birkaç ameliyat onu iyileştirememiştir. Son çare, mafsalın kesilerek bacağın kısalmasıdır. Hasta genç, uzak akrabasından emekli bir paşanın Erenköy’deki köşküne sık sık gitmektedir. Paşanın, kendisinden dört yaş büyük kızı Nüzhet’e âşıktır. Hayat dolu ve biraz da havaî bir kız olan Nüzhet’e, zengin bir adam, Doktor Ragıp talip olmuştur. Hasta genç, sıhhatsizliği ve fakirliği ile, bu koca adayına rekabet edecek güçte değildir. Romanın sonunda Nüzhet, Ragıp’la evlenmiş, çocuk da ameliyat olmuştur.” Okay, Saygıdeğer Hocam İsmail Çetişli’ye göre Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun konusu “Küçük yaşta babasını kaybetmiş, dizinden uzun süredir hasta, İstanbul’un kenar semtlerinden birinde annesi ile birlikte yaşamakta olan on beş yaşlarındaki fakir kahramanın, birlikte büyüdükleri ve kendisinden dört yaş büyük Paşa’nın kızı Nüzhet’e karşı beslediği duygular; aralarındaki zıtlıklar yüzünden bu duyguların sebep olduğu çatışmalar ve hastalığındaki olumsuz gelişmeler sebebiyle yaşadığı maddî ve manevî sıkıntı, acı, buhran ve bunalımlar”dır. Çetişli, Romanın ilk satırlarından itibaren okuyucuyu çepeçevre kuşatan en güçlü tema “hastalık”tır. On beş yaşındaki bir çocuğun sekiz yaşından beri çektiği, sol dizindeki meçhul bir hastalık. Yedi senedir birkaç kez ameliyat olmasına, türlü tedavi yöntemleri denenmesine rağmen bir türlü iyileşmeyen, aksine hep kötüye giden, acılar içinde kıvrandıran bir hastalık. Doktorlar net bir şey söylemezler, “çok kötü, çok vahim, çok tehlikeli” gibi açıklamalar yaparlar. Doktorların adeta bir robot gibi insanlıktan, duyarlılıktan, incelikten yoksun açıklamalarına rağmen Hasta Çocuk iyileşme umudunu hiçbir zaman kaybetmez. Doktorların ağzından çıkacak bu meçhul hastalıktan kurtulacağına, iyileşeceğine dair küçücük bir sözün hayaliyle yaşar. Bedensel hastalık, kahramanın ruhsal yapısını da altüst eder. Bacağının kesilmesinden, sakat kalmaktan çok korkar. Sakat kalma korkusu, kahramanı adeta bir gölge gibi takip eder. Çevresindeki insanların gözünde o, acınacak durumda olan bir zavallıdır. Hastalığı yüzünden derin bir eziklik duyan çocuk, doktorların güçlü ellerini, sağlıklı insanları, tabiatın canlılığını kıskanır. Hasta Çocuğun Nüzhet’le olan ilişkisinin mutlu bir şekilde sonuçlanmamasında hastalık önemli bir etkendir. Hasta Çocuk, kendisinden dört yaş büyük olan Nüzhet’in kalbini kazanmıştır. Fakat Hasta Çocuğun, rakibi karşısında hiç şansı yoktur. Doktor Ragıp, öncelikle sağlıklı bir insandır, eğitimlidir, zengindir, otuz beş yaşındadır. Bir de bunlara Nüzhet’in annesinin soğutma gayretleri eklenince Hasta Çocuğun bu gönül macerası hüsranla sonuçlanır. Bir tarafta zengin, sağlıklı bir doktor, diğer tarafta her an sakat kalabilecek hasta bir çocuk. Kolundaki meçhul bir kemik hastalığı yüzünden yıllarca tedavi gören Peyami Safa, bu romanıyla hasta insanların yaşadıkları acıları, hastane koridorlarında ve muayene odalarında yaşanan sıkıntıları, hastalığın insanların iç dünyalarında yarattığı tahribatı başarılı bir biçimde yansıtmıştır. Yazar, okuyuculara hasta insanların iç dünyalarındaki acıları, bunalımları, eziklikleri, isyanları gösterir ve okuyuculardan hasta insanlara karşı daha duyarlı davranmalarını ister. Romanda işlenen temalardan biri de “sakat kalma korkusu”dur. Sol dizindeki meçhul bir kemik hastalığından dolayı yedi yıldır hastane koridorlarını aşındıran, hastane havası, ilaç kokuları içine sinmiş olan, iyileşme umuduyla türlü acılara katlanan bahtsız bir çocuğun yaşadığı sakat kalma korkusu. Henüz on beş yaşında küçük bir çocuk olmasına rağmen dermansız bir hastalıkla boğuşmaktadır. Doktorların ağzından çıkacak tatlı bir söz, cılız da olsa bir ümit ışığı olacaktır Hasta Çocuğa, onun karanlık dünyasına. Sakat bir insan olmayı kabullenmek kolay değildir. Doktorların ısrarlarına rağmen koltuk değneğiyle yürümek istemez. Sonrasında acı çekeceğini bile bile yine de koltuk değneği kullanmaz. “Vücudunun büyük bir parçasını kaybetmek hayaline bir saniye katlanamıyorum, içime baygınlıklar geliyor, ellerimle hasta bacağı tutuyorum ve onun ölümünü kendi ölümümden daha dehşetli buluyorum. Giyinip soyunurken, pansuman yapılırken, minderin üstünde uzanırken, dakikalarca mahkûm uzvuma bakıyorum; her parçası, her hareketi, her yeni aldığı şekil bana birçok düşünceler veriyor, canlanıyor, ehemmiyet kazanıyor ve öteki sağlam uzuvlar arasında idama mahkûm bir kardeş gibi, endişeli bir hareketsizlikle susuyor. Cellâdın bıçağına teslim olacak olduktan sonra senelerce bu işkenceyi niçin çekti? Niçin kan ağladı? Onu testere altında tasavvur edemiyorum; keskin bir çeliğin kalın bir kemik üstünde yürüyüşü -hele çıkaracağı ses- tüylerimi ürpertiyor. Fakat tahayyül etmekten daima kaçtığım bu korkunç tasavvur, en ummadığım zamanlarda beynime musallat oluyor. Evde bıçakla ekmek kesilmesine bakamıyorum. Ameliyattan sonraki hâlimi düşünmek de ayrıca dehşet veriyor. Büyük bir uzvun boşluğunu hissetmeye nasıl dayanacağımı anlamıyorum, bir diş çektirdikten sonra bile yerinde ağızdan daha büyük bir boşluk kaldığı zannedildiği halde ayrılan bir bacağın yerinde kalan uçurumun baş dönmesine nasıl alışılır?” “Yatağa girince vücudumun her vakitkinden fazla ağırlaştığını zannettim. Istırap ağırlığıma bir şeyler katıyordu. Dizim de çok ağrımaya başladı. Her gün istirahat etmeye ve koltuk değneğiyle yürümeye mecbur olan ben, o gün çok yürümüştüm, ve doktorların kat’i ihtarlarına rağmen bir bastona bile dayanarak yürümeyi daima reddettim. Uyuyamıyordum. Birçok fedakârlıklara hazırlanmak lazım geldiğini anlıyordum. İçimde hep ne olduklarını bilmediğim gizli ve meçhul ümitlere sarılmıştım; onlar olmasa bir saniye nefes alamazdım; çünkü bütün hesaplar aleyhime çıkıyordu, bu meçhul ümitler beni aldatırlarsa mahvolacaktım.” Hasta Çocuk yedi yıldır beklediği iyileşeceğine dair sözleri, romanın sonunda bir doktorun ağzından duyar. Hasta Çocuğun tek isteği vardır Bacağının kesilmemesi. Tedavi yöntemi, tedavi süreci ne kadar acılı olursa olsun her şeye katlanacaktır, yeter ki bacağı kesilmesin. “… bunu kasaplar da yaparlar ve bir balta vuruşta bir uzvu uçururlar. Biz, biraz tendürdiyot süreriz ve biraz da kloroformla hastayı uyuturuz. Farkı budur. Doktorluk, bu bacağı ve bu gençliği kurtarmaktır. Kendisine sorun, bu hastanede aylarca kalırsa, üç beş ameliyata dayanırsa kurtarmaya çalışırız, yoksa…” Romanda işlenen temalardan bir diğeri “aşk”tır. Bu aşk, on beş yaşındaki Hasta Çocuk ile on dokuz yaşındaki Nüzhet arasında yaşanır. Nüzhet, emekli bir Paşa’nın kızıdır. Akraba çocukları oldukları için beraber büyümüşlerdir. Nüzhet’in Doktor Ragıp tarafından istenmesinden sonra Hasta Çocuk ile Nüzhet arasında bir yakınlaşma başlar. Nüzhet’in “Ragıp Bey beni istedi diye, ben de hemen evlenmiyorum ya… Hem ben daha on dokuz yaşındayım.” demesi, Hasta Çocuğa cesaret verir. Hasta Çocuk, Paşa’nın evinde kalırken Nüzhet geceleyin odasına gelir, bir süre konuşurlar. Çocukluktan gençliğe adım atmakta olan Hasta Çocuk, Nüzhet’in olgunlaşan vücuduna hayranlıkla bakar, heyecan duyar. Nüzhet’e genç bir kıza, genç bir kadına bakar gibi bakar. Nüzhet’i dudaklarından öper. Başka bir gece Nüzhet yine Hasta Çocuğun odasına gelir. Mum ışığında, yarı çıplak genç kız vücudu Hasta Çocuğu tatlı heyecanlara sürükler. Hasta Çocuk, Nüzhet’i öperken kendisini gül bahçesinde zanneder. Hasta Çocuk ile Nüzhet, kükürt serpmek bahanesiyle bağa giderler, yaprakların arasında öpüşürler. Nüzhet’in annesi bu yakınlaşmayı hisseder. Kızını Hasta Çocuktan soğutmak için elinden geleni yapar; hastalığının bulaşıcı olduğunu, çatalını kaşığını ayırttığını, onun bir mikrop olduğunu söyler ve kızını şiddetli bir biçimde azarlar. Hasta Çocuk, yengesinin ağzından “mikrop” sözcüğünü tesadüfen duyar. Mikrop sözcüğüyle kendisinin kastedildiğini anlar. Romanda gerilimin en üst düzeye tırmandığı an, bu bölümdür. Hasta Çocuğun mutsuz ve karanlık gönlünde Nüzhet’le cılız da olsa bir güneş açmıştır. Hasta Çocuk hayata Nüzhet’le tutunmaya başlamış, fakat henüz ne olduğunu anlamadan yeniden dünyası kararmıştır. Bu olaydan sonra Hasta Çocuk evine dönmeye karar verir, fakat annesi gelince birkaç gün daha köşkte kalırlar. Bu arada Nüzhet’in tavırları değişir. Nüzhet, Erenköy’den bıktığını, Berlin’e gitmek istediğini söyler. Annesinin çabaları sonuç vermiştir. Nüzhet kendisini isteyen doktorla Berlin’e gitme hayalini dile getirir. Nüzhet soğuk tavırlarıyla ve üstü kapalı sözleriyle niyetinin ne olduğunu anlatmaya çalışır. Hasta Çocuk her şeyi anlar, kabullenir. Hasta Çocuk – Nüzhet ilişkisinin ayrılıkla sonuçlanmasında pek çok etken vardır. Öncelikle aralarındaki yaş farkı; Hasta Çocuk on beş, Nüzhet ise on dokuz yaşındadır. Hasta Çocuk, dört yaş küçük olmasına rağmen Nüzhet’ten daha olgun bir kişiliğe sahiptir. Nüzhet havaî, şımarık, sorumsuz, basit bir kızdır. Nüzhet’in annesinin soğutma çabaları da önemli bir etkendir. Ayrıca hastalık, sakalt kalma korkusu, eziklik duygusu, rakibinin sağlıklı ve zengin bir doktor olması… Nüzhet’e duyduğu aşk, Hasta Çocuğa hastalığını, mutsuzluğunu, yalnızlığını, ezikliğini unutturmuştur. Nüzhet’ten ayrıldıktan sonra bacağındaki ağrılar şiddetlenir. Hastanede acılar içinde kıvranırken sevdiği kızın adını -Nüzhet- sayıklar. Gözünü her kapadığında Nüzhet’in hayalini görür, kendisini Erenköy’deki köşkte zanneder. Nüzhet’i bir türlü unutamaz. Romanın önemli temalarından biri de “yalnızlık”tır. Babasını yıllar önce kaybeden Hasta Çocuk, İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle oturmaktadır. Sol dizindeki meçhul bir hastalık nedeniyle yıllarca hastane koridorlarında yalnız başına beklemiş, çok acılar çekmiştir. “Yalnız Çocuğun Azabı Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm. Ben de onların arasındaydım ve onların arasında büyüğüm de yoktu. Yalnız bende meçhul bir hastalık vardı, sekiz yaşımdan beri çekiyordum. Ben de o muayene odasının ve nice muayene odalarının önünde senelerce bekledim. Benim yanım da büyüğüm de yoktu. Yalnız başıma demir parmaklıklı kapıdan içeriye girerdim, dokuzuncu hariciye koğuşuna doğru ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm, camlı kapıların garip bir beyazlıkla gözlerime vuran ve içimde korku ile karışarak yuvarlanan parıltıları arasında o dehlize girerdim, ve yalnız başıma bir köşeye ilişirdim, kımıldamazdım, susardım, beklerdim, rengimin uçtuğunu hissederdim.” Hasta Çocuk, yalnızlığını annesiyle paylaşmak ister. Ancak doktorların bacağıyla ilgili olumsuz konuşmalarını annesinden saklar. Hastalığını, çaresizliğini, ümitsizliğini, korkularını kendi içinde yaşar. Annesini üzmek istemez. “Felâketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur Çocuklarının felâketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikâl edişinde büyüdükçe büyür.” Tabiatın canlılığına ve çevresindeki insanların sağlıklı olmalarına karşın kendisinin hasta olması Hasta Çocuğu derin bir yalnızlığa sürükler. Çevresindeki insanların kendisine acıyan gözlerle bakmasına dayanamaz. Herkesten şüphelenir. Nüzhet’le geçirdiği birkaç güzel gün Hasta Çocuğa yalnızlığını unutturur. Fakat bu mutluluk fazla sürmez. Hasta Çocuk, bir genç kız olarak Nüzhet’i beğenir, ancak kişilik yönünden durum farklıdır. Hasta Çocuk dört yaş küçük olmasına rağmen Nüzhet’ten daha olgundur. Nüzhet havaî, şımarık, basit bir kızdır. Bir anlamda Hasta Çocuk, sevdiği kızla beraberken dahi iç dünyasında yalnızdır. “Nüzhet’le beraber büyüdük. Benden yaşça büyük olduğu halde, onun küçükken bebekleriyle oynamasını, ben, istihfafla seyrederdim, bilhassa hastalığımdan sonra. Ben ondan evvel, ruhen çocukluktan çıktım, daha evvel ciddileştim. O hâlâ çocuktu. Fakat bu da benim hoşuma gidiyordu. kendimde kaybettiğim şeyleri onda buluyordum… Yalnız büyüdükçe birbirimize yabancılaştığımızı birkaç kere fark etmiştim, aramıza meçhul anlaşmazlık setleri yığılıyordu ve ben bunları yıkmaya çalışmaktan zevk alıyordum, fakat her birini yıktıkça daha büyüğünün önüme çıktığını görmek beni hem sevindiriyor, hem kederlendiriyordu. Birbirimize açıldıkça kapanıyorduk.” Romanın sonunda Hasta Çocuk, ameliyat olmak için Dokuzuncu hariciye Koğuşu’na yatırılır. Hasta Çocuk yine yalnızdır. “Gidiniz, bir şey istemiyorum, gidiniz. Koğuştaki odam; bir demir karyola, başında bir küçük demir masa. Yerde kırmızı muşambalar. Çırılçıplak mavi duvarlar. Üstümde bir entari ve bir robdöşambr; kolları uzun geldiği için kendimi bu robdöşambr içinde de yadırgıyorum. Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor. Odadan gündüz ışığıyla beraber bana ait her şey çekiliyor Evime ait hatıralar, kalabalıklar, sevdiklerimin sesleri, birçok şekiller, hayatımın parçaları, Erenköy, köşk, tren, vapur, fakülte, doktorlar, hastabakıcılar, hayatın gürültüleri, şehir, gündüzün sesleri her şey uzaklaşıyor. İçimde bir boşluk. Garip ve büyük bir his, derinliklerime doğru kaçıyor, gizleniyor. Ruhum karartılarla, sessiz ve şekilsiz gölgelerle, eşya arkasına saklanan hayaletler gibi kendilerini göstermeden korkutan meçhul varlıklarla dolu. Kapım kapalı. Açmak istemiyorum. Açarsam hastanenin benim için hazırladığı felâketlerin hepsi birden içeri girecek sanıyorum.” Hasta Çocuk sosyal konularla ilgili düşüncelerinde de yalnızdır. Milliyetçi bir kişiliğe sahip olan Hasta Çocuk, millî değerlerine bağlı, Türkçeyi seven ve diline sahip çıkan biridir. Fakat Paşa ile Doktor Ragıp’ın yozlaşmış düşüncelerine tahammül edemez. “- Ragıp Bey diyorlar ki, İstanbul’da, gece yarıları, üçer beşer kişi, ellerinde birer kova siyah boya ile sokakları dolaşıyorlarmış ve nerede Fransızca ibare görürlerse derhal siyahla kapatıyorlarmış. Sen ne dersin? Almanlara yaranacağız diye kırk yıldır öğrendiğimiz lisanı bize unutturamazlar ya! Mevzuyu beğendim. Kime yaranmak olursa olsun, güzel Türkçe dururken, sokak levhalarına, tabelâlara Fransızca ibareler yazılmasına aleyhtar olduğumu söyledim. Paşa ve doktor, basit kozmopolit fikirleriyle bana hücum etmeye başladılar. Paşa, Fransızlara sevgisini içtimaî bir akide seviyesine çıkarmak için nafile yoruluyor. Fransa’nın bizim kültürümüz üstündeki tesirlerine dair alelâde Tanzimat fikirlerini sıralıyordu. Doktorun samimi olup olmadığını bilmiyordum, fakat onun bütün delili, Türkçenin kifayetsizliğini iddiadan ileri geçmiyordu. Reçetelerimizi bile Fransızca yazıyoruz.’ diyordu.” “Ben, kuvvetlerimin yekûniyle münakaşaya girdim ve şahlandım. O derece ki Paşa bana çok kızıyor ve tecrübesizliğimden, cehaletimden başlayarak, izzet-i nefsimin daha derin taraflarına kadar hücum ediyordu. … Beni susturan şey nefretimdi. En basit içtimaî davaları anlamayacak kadar yabancı tesirler altında şahsiyetlerini kaybeden bu insanlarla münakaşaya mecbur olmanın küçüklüğünden muzdariptim. … Uyuyamadım, ağrılarım arttı, fakat ruhî azabıma nisbetle çok asil, sade ve saf olan et ıstırabımı o gece sevdim.” Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Kişileri Hasta Çocuk Romanın baş kahramanı ve aynı zamanda anlatıcısıdır. İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle beraber yaşayan on beş yaşında bir çocuktur. Sol dizinde çıkan meçhul bir hastalık yüzünden yedi yıldır hastane köşelerinde iyileşme umuduyla türlü acılara katlanan talihsiz bir çocuktur. “Bir kelimeyle o, yaşının çocuğu değil, acının ve talihin adamı yani sadece hastadır.” Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, İstanbul 1977, Uzaktan akrabaları olan emekli bir Paşa’nın on dokuz yaşındaki kızıyla kısa süren bir gönül macerası yaşar. Nüzhet’le beraberken hastalığını, çektiği acıları, mutsuzluğunu unutur, hayata tutunmaya başlar; fakat Doktor Ragıp’ın ortaya çıkıp sevdiği kızı elinden almasıyla sıkıntılar yeniden başlar. Nüzhet Emekli bir Paşa’nın kızıdır. On dokuz yaşındadır. Uzaktan akraba oldukları için Hasta Çocuk ile beraber büyümüşlerdir. Olgun bir kişiliğe sahip değildir; şımarık, basit, alaycı, sorumsuz bir kızdır. Hasta Çocuğa karşı kalbinde küçük de olsa birtakım duygular uyanır, fakat annesinin karşı çıkması, kahramanın hastalığı, sakat kalma tehlikesi, kendisinden dört yaş küçük olması, zengin bir doktor tarafından istenmesi gibi etkenler kafasını karıştırır, duygularının değişmesine neden olur. Nüzhet, romanın sonunda Doktor Ragıp’la evlenir. Doktor Ragıp Nüzhet’i istetip Hasta Çocuğun mutlu dünyasını bir anda cehenneme çeviren kişidir. Otuz beş yaşında, zengin ve sağlıklı bir doktordur. Hesapçı, kültürsüz, millî değerlerden uzaklaşmış, kurnaz, çıkarcı, basit bir insandır. Romanın sonunda Nüzhet’le evlenir. Paşa Hasta Çocuğun uzaktan akrabası, Nüzhet’in babasıdır. Hasta Çocuğa romanlar aldırır, bu romanları sesli bir şekilde okutur. Maceralı ve eğlenceli romanları dinlemekten hoşlanır. Gençliğinde Paris’te bulunmuştur. Fransızlara hayrandır. Paşa’nın Karısı Nüzhet’in Annesi Hasta Çocuğa göstermeli bir şefkat gösteren, acımasız bir kadındır. Kızı Nüzhet ile Hasta Çocuk arasında bir yakınlaşma olduğunu sezer ve kızını Hasta Çocuktan soğutmak için çok ağır laflar eder. Kızını azarlar, onun bir “mikrop” olduğunu, her tarafa hastalık bulaştırdığını söyler. Kızının Doktor Ragıp’la evlenmesini ister, bu evliliğin gerçekleşmesi için elinden geleni yapar. Doktor Mithat Hasta Çocuğa pek çok konuda yardımcı olan doktordur. Hasta Çocuğun iyileşmesi için doktorlarla görüşür. Hoşgörülü, iyi kalpli, Hasta Çocukla yakından ilgilenen bir doktordur. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Mekânı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanının dış mekânı İstanbul’dur. Roman boyunca olayların yaşandığı üç ana mekân vardır Hasta Çocuğun İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle beraber oturduğu “ev”, Uzak akrabaları olan emekli bir Paşa’nın Erenköy’deki “köşk”ü ve Hasta Çocuğun dizindeki hastalığın tedavisi için gidip geldiği “hastane”. Romanın olay örgüsünün büyük ölçüde kapalı mekânlarda yaşanmasının sebebi, bir türlü iyileşmeyen meçhul hastalıktan kaynaklanan karamsar, ümitsiz ve mutsuz ruh halidir. Yazar mekânı, Hasta Çocuğun iç dünyasındaki değişmeler doğrultusunda yansıtır. Çocuğun dizindeki hastalık, ruhsal durumunu da olumsuz bir biçimde etkilemiştir. Romanda okuduğumuz dış dünya, yıllardır hastane köşelerinde perişan olan, iyileşme umuduyla türlü acılara katlanan henüz on beş yaşındaki küçük bir çocuğun gözüyle yansıtılır. Roman Hasta Çocuğun yedi yıldır aşina olduğu hastane tasviriyle başlar. Okuyucu kendisini bir anda hastane, hastalık, hastalar, ilaç kokusundan oluşan bir atmosferin içinde buluverir. “Beklemesini onlar kadar bilen yoktur. Öğleye doğru muayene odasının önü doldu. Sıralarda oturacak yer kalmadığı için yeni gelenler ayakta durdular ve anneler, hasta çocuklarını dizlerine oturtabilmek için duvar diplerine çömeldiler. Karanlık dehliz. Kapalı kapıların mustatil buzlu camlarından gelen soğuk ışıkların buğusu, yüksek ve çıplak duvarlara vurarak donuyor. Saatlerce bekleyenler var. Fakat buna alışmışlar. Az kımıldanıyorlar, hiç konuşmuyorlar. Dehlizin sonlarında, görünmeden açılıp kapanan bir kapının gıcırtısı. Muşambalara sürtünen bir ayak sesi. Köpüklenerek uçan ve uzaklarda kaybolan bir beyaz gömlek; ve, iyod, eter, yağ, ifrazat ve saire kokularından mürekkep, terkibi tamamıyla anlaşılmayan bir hastane kokusu. Hasta çocuklar, yanlarında ailelerinden birer büyük insan, ki hastalarından daha endişeli görünüyorlar ve bir anne, pelerinini iliklemek bahanesiyle omuzu sarılı çocuğunun sırtını okşuyor. Onu biraz sonra çekeceği acıya hazırlamak için.” Romanın başında Hasta Çocuk, dizindeki hastalıkla ilgili doktorlardan olumsuz sözler duyunca canı sıkılır. Hasta bedeni ve sıkıntılı ruh hali ile kenar mahallelerdeki yoksul insanların yaşadığı perişan durumdaki evler arasında benzerlik kurar. Evler de tıpkı roman kahramanı gibi hastadır, acılar içinde kıvranmaktadır. “Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha eğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederdim. Kiminin kaplamaları biraz daha kararmıştır, kiminin şahnişini biraz daha yumrulmuştur, kimi biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmiştir; ve hepsi hastadır, onları seviyorum; çünkü onlarda kendimi buluyorum; ve hepsi iki üç senede bir ameliyat olmadıkça yaşayamazlar, onları çok seviyorum; ve hepsi, rüzgârdan sancılandıkça ne kadar inilderler ve içlerinde ne aziz şeyler saklarlar, onları çok… çok seviyorum.” Romanın sonunda Hasta Çocuk, ameliyat olmak için Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’na yatırılır. Nüzhet’ten ayrıldığı için gönlü yaralıdır. Doktorun olumlu sözleri Hasta Çocuk için küçük de olsa bir teselli kaynağı olur. Buna rağmen hastane odasında yalnız kalmak, dayanılması zor bir durumdur. “Koğuştaki odam; bir demir karyola, başında bir küçük demir masa. Yerde kırmızı muşambalar. Çırılçıplak mavi duvarlar. Üstümde bir entari ve bir robdöşambr; kolları uzun geldiği için kendimi bu robdöşambr içinde de yadırgıyorum. Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor.” “Yüksek, çıplak, mavi, dümdüz, dimdik duvarlar. Gözümün hiçbir görüş köşesi yok ki içine bir duvar parçası girmesin. Hep ve yalnız onları görüyorum. Onlardan kaçan gözlerim onlarla karşılaşıyor. Bakıldıkça uzuyorlar, yükseliyorlar; sertleşiyor ve korkak, yumuşak bakışlarıma kaskatı çarpıyorlar, gözlerimi ezecekler.” Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Zamanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmış, 1930 yılında ise kitap olarak basılmıştır. Romanın kurmaca dünyasında zaman, “öğleye doğru” başlar. Romanın baş kahramanı Hasta Çocuk, bir öğle vakti hastanede, muayene odasının önünde beklemektedir. “İlkbahardan yaza geçilen bir mevsim çizgisinin üstündeyiz” Romanda anlatılan olaylar 1915 yılında geçer. Hasta Çocuk, ameliyattan sonra tuttuğu notların sonuna “5 Teşrinievvel Ekim 1915” tarihini atar. “1915 yılı, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’nın en acılı ve en bunalımlı dönemi olarak bilinir. Ancak, romanda bu dönemin karakteristik olaylarına pek yer verilmemektedir. Kenar mahallelere hâkim olan sefalet manzaraları ile hastanelerdeki insanların dramatik tablosu, bu döneme işaret ederse de, romancının amacı, bu manzaralarla dönemin genel panoramasını çizmek veya anlatmak değil, çocuğun çevresini tanıtmaktır. Zamanın olumsuz şartlarıyla şekillenen çevre içinde, çocuğun bireysel macerası daha bir ağırlık kazanmaktadır.” Tekin, Romanın olay örgüsünde zamanın akışı büyük ölçüde kronolojiktir. Romanın ilk üç bölümünde yaşanan olayların zamanı dört gündür, dördüncü bölüm birkaç gün, beşinci ve altıncı ana bölümler ise üç-dört aylık bir zaman diliminde geçer. Kısaca romanda yaşananlar 1915 yılının Haziran ve Temmuz ayları arasında geçer. Romanda Hasta Çocuğun ruhsal durumundaki değişmeler ile zamanın akışı arasında güçlü bir uyum vardır. Hasta Çocuk için önemli olan olayların anlatıldığı bölümlerde zamanın akışı oldukça ağırdır, zaman adeta durmuş gibidir. Fakat köşkteki tartışmadan sonraki bölümlerde zaman su gibi akmaya başlar. Zaman akışının roman kahramanının ruhsal durumuna göre değişim göstermesi, psikolojik romanların önemli bir özelliğidir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanının Bakış Açısı ve Anlatıcısı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı, kahraman anlatıcı tekniğiyle yazılmıştır. Yazar, anlatma işini romanın baş kahramanı olan on beş yaşındaki Hasta Çocuğa vermiştir. Okuyucu, romanın diğer kişilerini, romanda yaşanan olayları anlatıcı konumundaki Hasta Çocuğun penceresinden, dar ve kısıtlı bir bakış açısıyla takip eder. Hasta Çocuğun iç dünyası ayrıntılı bir biçimde verilir, fakat diğer kişiler -Nüzhet, Doktor Ragıp, Paşa, karısı- için aynı şeyi söyleyemeyiz. Romanın bir diğer özelliği “otobiyografik roman” olmasıdır. Romanın baş kahramanı Hasta Çocuk ile yazarı arasında ciddi manada benzerlikler vardır. Romanda Hasta Çocuk küçük yaşta babasını kaybetmiş, annesiyle beraber yaşamaktadır. Peyami Safa da iki yaşında babasını İsmail Safa kaybetmiş, annesiyle Server Bedia Hanım yaşamıştır. Hasta Çocuk yoksul bir yaşam sürer. Peyami Safa da çok küçük yaşta hayatını kazanmak zorunda kalmış, ömrü maddi sıkıntılarla, geçim mücadelesiyle geçmiştir. Romanda Hasta Çocuk, sekiz yaşında sol dizinde çıkan meçhul hastalıkla -kemik iltihabı, kemik veremi- yedi yıldır boğuşmaktadır. Peyami Safa da dokuz yaşında iken sağ kolunun dirseğinde çıkan ve bir türlü tedavi edilemeyen meçhul bir hastalıkla on yedi yaşına kadar mücadele etmiştir. Fakat tüm bu benzerliklere rağmen, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı bütünüyle Peyami Safa’nın yaşamını anlatır.” demek yanlış olur. Elbette ki yazarın yaşamı ile romanı arasında benzerlikler vardır, ancak netice itibarıyla bu eser bir “otobiyografi” değil, bir “roman”dır. Otobiyografilerde gerçeklik esastır, fakat roman kurgusaldır. Peyami Safa konu olarak kendi yaşamını seçmiş, yaşamına ait -çocukluk dönemi- pek çok malzemeyi kullanmış, ancak bunun yanında hayal dünyasında tasarladığı pek çok malzemeyi de romanına katmıştır. Bir anlamda yazar bu romanında, yaşamına ait gerçek malzemeler ile hayal dünyasında tasarladıklarını birleştirmiştir. “Bütün yaşamında Peyami Safa hastalıkları ile didinmiş, çok acı çekmiş bir insandı. Yedi yıl kolunda dinmeyen bir ağrı, işleyen bir yara. Doktorların koydukları teşhis, sağ kol mafsalında, Arthrite tuberculeuse.’ Ha bugün ha yarın o kol kesilecekti. Sonradan yazar olacak bir çocuk için sağ kolunu kaybetmek dramını ben de yaşadım onunla birlikte. Hastane dönüşlerinde ilâç kokularıyla bana gelir, dertleşirdi. Bütün tıp deyimleri ile hastalığını, hoyrat doktorların o gün ne dediklerini en ince ayrıntılarıyla anlatırdı, karşılıklı ağlaşırdık sabahlara kadar. Gerçi ankylose olup kolu kesilmekten kurtuldu ama Türk edebiyatı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu kazandı. Bu benim de içinde bulunduğum çektiği tüm acıların, sancıların acı romanıdır. Yalnız oradaki çocuk bacağından hastadır, Peyami ise kolundan.” Naci, Peyami Safa kendi hayatı ile romanı arasındaki ilgiyi şu sözleriyle açıklar “Her romanımda kendi hayatımdan parçalar vardır. Bazıları Dokuzuncu Hariciye Koğuşu gibi otobiyografik, yalnız kendi hayatımdır. Ötekilerde başka insanların hayat tecrübeleri ve maceraları da vardır. Otobiyografik romanlar kendi yaratma hürriyetimizi kısarlar. Orada biz sayısız imkân ve ihtimallerden bazılarını tercih hürriyetini kaybeder, bir tanesi üzerinde billurlaşmaya mecbur kalırız. Bence bunun için Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun güzel bazı yerleri varsa bunlar herhalde yaşanmamış hayat parçalarıdır.” Baydar, Romanın bakış açısı ve anlatıcısıyla ilgili diğer bir önemli özellik ise, olayların yaşanma zamanı -Hasta Çocuk on beş yaşında- ile anlatma yazılma zamanı arasında uzun bir boşluk olmasıdır. Roman bir hatıra defteri biçimindedir, ancak olaylar yaşanırken değil, yıllar sonra yazılır. Romanın 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan son bölümünde geçen “Aradan on iki sene geçti” cümlesi bunu açıkça ortaya koyar. “Yatağa girerken, her büyük felâketimde olduğu gibi, kendimi birkaç yaş birden büyümüş hissettim. Kırkını geçmiş insanların tecrübelerine sahip olduğuma inanıyordum, fakat hâlâ Nüzhet’e âşık olduğumu kendime itiraf edemeyecek kadar çocuktum. Bunu hep sonraları, aylardan ve nice yıllardan sonra, bugün iyice anlıyorum.” “Bütün bunlar aşka benzer şeylerdir, o vakitler bunu anlamıyordum.” “Romanın anlatıcısı… on beş yaşında bir çocuktur. Ancak romana hâkim olan bakış açısı’nın on beş yaşındaki bir çocuğa ait olduğunu kabul etmek zordur. Her şeyden evvel o, yaşını aşan bir sezme, anlama ve tahlil yeteneğine, kültür birikimine, yorum ve tenkit gücüne sahiptir.” Tekin, Romandan alınan aşağıdaki satırlarda Paşa, Doktor Ragıp ve Hasta Çocuk arasında geçen bir tartışmada bunu açıkça görebiliriz. On beş yaşındaki küçük bir çocuğun dil, kültür ve sosyal meselelerle ilgili konularda bu denli ciddi bir bilgi birikimine, bilince, olgunluğa sahip olması mümkün değildir. Bu sözler, on beş yaşındaki bir çocuğa değil, belli bir yaşa gelmiş, bilgili, kültürlü, olgun bir kişiye, bir anlamda yazarın kendisine aittir. “- Ragıp Bey diyorlar ki, İstanbul’da, gece yarıları, üçer beşer kişi, ellerinde birer kova siyah boya ile sokakları dolaşıyorlarmış ve nerede Fransızca ibare görürlerse derhal siyahla kapatıyorlarmış. Sen ne dersin? Almanlara yaranacağız diye kırk yıldır öğrendiğimiz lisanı bize unutturamazlar ya! Mevzuyu beğendim. Kime yaranmak olursa olsun, güzel Türkçe dururken, sokak levhalarına, tabelâlara Fransızca ibareler yazılmasına aleyhtar olduğumu söyledim. Paşa ve doktor, basit kozmopolit fikirleriyle bana hücum etmeye başladılar. Paşa, Fransızlara sevgisini içtimaî bir akide seviyesine çıkarmak için nafile yoruluyor. Fransa’nın bizim kültürümüz üstündeki tesirlerine dair alelâde Tanzimat fikirlerini sıralıyordu. Doktorun samimi olup olmadığını bilmiyordum, fakat onun bütün delili, Türkçenin kifayetsizliğini iddiadan ileri geçmiyordu. Reçetelerimizi bile Fransızca yazıyoruz.’ diyordu.” “Ben, kuvvetlerimin yekûniyle münakaşaya girdim ve şahlandım. O derece ki Paşa bana çok kızıyor ve tecrübesizliğimden, cehaletimden başlayarak, izzet-i nefsimin daha derin taraflarına kadar hücum ediyordu. … Beni susturan şey nefretimdi. En basit içtimaî davaları anlamayacak kadar yabancı tesirler altında şahsiyetlerini kaybeden bu insanlarla münakaşaya mecbur olmanın küçüklüğünden muzdariptim. … Uyuyamadım, ağrılarım arttı, fakat ruhî azabıma nisbetle çok asil, sade ve saf olan et ıstırabımı o gece sevdim.” KAYNAKÇA Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Ötüken Yayınları, 34. Basım, İstanbul 2000 Yapılan alıntılar bu baskıya aittir. Elif Naci, Anılardan Damlalar, Karacan Yayınları, İstanbul 1981 İsmail Çetişli, Metin tahlillerine Giriş/2 Hikâye-Roman-Tiyatro, Akçağ Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2004 Mehmet Tekin, Romancı Yönüyle Peyami Safa, Ötüken Yayınları, İstanbul 1999 Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, İstanbul 1960 Orhan Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul, Kasım Romanın Geniş Özeti İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde annesiyle beraber oturan on beş yaşındaki bir çocuk, hastanede muayene odasının önünde beklemektedir. Hasta Çocuk, sol dizindeki meçhul bir hastalıktan dolayı yedi yıldır tedavi görmektedir. Birkaç kez ameliyat olmasına, türlü ilaçlar kullanmasına rağmen dizindeki iltihap bir türlü geçmemiştir. Bacağının kesilme tehlikesi vardır. Doktorlar, sargıyı açınca iltihabın şiddetli olduğunu görürler. İltihaplı bölgeyi pansuman ettikten sonra, çocuğun dizini yeniden sargıya alırlar. Doktorlar her zamanki gibi bacağın durumuyla ilgili olumsuz şeyler söylerler. Hasta Çocuk, hemen eve gitmez, içindeki sıkıntıyı atıp biraz moral depolamak için bir süre şehirde, kırlarda dolaşır. Hastalığıyla ilgili her şeyi unutmak ister. Evine gelir. Annesini üzmemek için doktorların söylediklerinin aksine olumlu şeyler söylemeye çalışır, fakat annesi her şeyin farkındadır. Akşama doğru, uzaktan akrabaları olan emekli bir Paşa’nın evine, Erenköy’e gider. Hasta Çocuk, geceleri Paşa’ya eğlenceli ve maceralı romanlar okur. Paşa’nın on dokuz yaşında Nüzhet adında bir kızı vardır. Hasta Çocuğun kalbinde Nüzhet’e karşı güzel duygular uyanmaya başlar. Hasta Çocuk roman okurken, Paşa uykuya dalar. Hasta Çocuk ile Nüzhet bahçeye çıkarlar, havuz başında sohbet ederler. Nüzhet, kendisini Ragıp adında bir doktorun istediğini söyler. Bu haber Hasta Çocuğu üzer, ancak Nüzhet’in “Ragıp Bey beni istedi diye, ben de hemen evlenmiyorum ya… Hem ben daha on dokuz yaşındayım.” sözleriyle bir parça teselli bulur. Geceleyin Nüzhet, Hasta Çocuğun odasına gelir. Bir süre konuşurlar. Hasta Çocuk, Nüzhet’i ilk kez öper. Nüzhet hiçbir şey söylemeden hemen odasına çıkar. Hasta Çocuk ertesi gün hastaneye gider. Doktor Mithat Bey kendisiyle yakından ilgilenir. Doktorlar, mutlaka koltuk değneği kullanılması gerektiğini, hastalığının şakaya gelmeyecek derecede tehlikeli olduğunu söylerler. Doktor Mithat, hiç olmazsa baston kullanması için Hasta Çocuğu ikna etmeye çalışır. Hasta Çocuk köşke gelir, Paşa’nın odasının önünden geçerken hararetli bir konuşmaya tanık olur. Odada Paşa, karısı, kızı Nüzhet ile hizmetçileri Nurefşan vardır. Herkes bir anda susar. Nüzhet’in annesi aynalı dolabın içine saklanır. Kendisinden gizli bir şeylerin konuşulduğunu anlayan Hasta Çocuk, ne yapacağını bilemez, bahçeye çıkar. Köşkteki herkesi kendisine yabancı hisseder. Bir süre sonra Nüzhet gelir, gizli şeyler konuşmadıklarını, annesinin o sırada soyunduğunu, bu yüzden aynalı dolaba saklanmak zorunda kaldığını söyler. Hasta Çocuk, Nüzhet’in söylediklerine inanmaz, yatmak için odasına gider. Evin hizmetçisi Nurefşan, bugün Doktor Ragıp Bey’in annesinin Nüzhet’i istemek için geldiğini, bir-iki güne kadar söz kesileceğini, bir aya kadar düğün yapılacağını, sonbaharda ise doktorun, küçük hanımı Berlin’e götüreceğini, kendisinin odaya girdiğinde bu konuların konuşulduğunu söyler. Hasta Çocuk, Nüzhet’in kendisine yalan söylemesine çok kızar, üzülür, bunu kabullenemez. “Nüzhet Bana Yalan Söyledi Dünyanın hiçbir Nüzhet’i yalan söylememelidir. Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hatta yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır…” Yalanını yüzüne vurmak amacıyla köşk uykudayken, Hasta Çocuk sessizce Nüzhet’in odasına gider. Kendisiyle konuşmak istediğini söyleyerek, onu odasına çağırır. Nurefşan’dan her şeyi öğrendiğini, kendisine yalan söylenmesinden hoşlanmadığını söyler. Nüzhet’in mum ışığında yarı çıplak güzel bir genç kız görüntüsü, Hasta Çocuğa her şeyi unutturur. Hasta Çocuk ile Nüzhet öpüşürler. “Mum ışığında yarı çıplak, ne kadar güzelleşiyor! Her kımıldanışında bazı bir çocuk, bazı bir genç kız, bazı da bir kadın beliriyor Saçlarının gıdığından kurtulmak için başının yaptığı ilcaî küçük sıçrayışlarıyla bir çocuk, gömleğinden kurtulan yarı çıplak bir omuzun yavaşça ve utangaç içeri kaçışıyla bir genç kız; ve arada bir, arzulu bir teneffüsle gerilen göğsünün ileriye çıkışı, kendini gösterişi ve kuvvetli kabarışıyla bir kadın.” Hasta Çocuk, ertesi güne neşeli bir ruh hâliyle başlar. Paşa’nın, yengesinin, Nüzhet’in tavırları sıcaktır. Yaşadığı mutluluğun bir anda yok olmasından korkar. Nüzhet’le, kükürt serpmek bahanesiyle bağa giderler. Bağda yaprakların arasında öpüşürler. Doktor Ragıp, Paşa’nın evine gelir. Hasta Çocuk da doktorla tanışır. Söz hastalığından açılınca Hasta Çocuk, rakibi -Doktor Ragıp- karşısında eziklik duyar. Hasta Çocuk hastaneye gider, durumu hiç de iç açıcı değildir. Ameliyat olması gerekmektedir. Doktor, ameliyat öncesinde on-on beş gün iyice dinlenmesini tembihler. Sohbet sırasında Paşa, Hasta Çocuğa Doktor Ragıp’ı nasıl bulduğunu, bu adamın Nüzhet’i mutlu edip edemeyeceğini sorar. Paşa’nın karısı, Hasta Çocuğun vereceği yanıtı merakla bekler. Hasta Çocuk, on dokuz yaşındaki bir genç kızın, kendisinden on altı yaş büyük bir adamla mutlu olamayacağını söyler. Bu yanıt, Nüzhet’in annesinin pek hoşuna gitmez, onu sinirlendirir. Zira, kızı ile Hasta Çocuk arasındaki yakınlaşmanın farkındadır. Paşa da bu yanıttan pek hoşlanmaz ve Hasta Çocuğu “Nüzhet senin kardeşin. Onunla beraber büyüdünüz. O senin kardeşin!” diyerek anlamlı bir şekilde uyarır. Dizine pansuman yaptırmak için eczaneye gidecek olan Hasta Çocuk, aşağı katta yemek odasın önünden geçerken Nüzhet’le annesinin yüksek sesle tartıştıklarını duyar. Ne söylediklerini anlamak için kulak kabartır. Nüzhet’in annesi, Hasta Çocuğun bir “mikrop” olduğunu, evin her köşesine mikrop bulaştırdığını, kaşığına çatalına işaret koydurduğunu söyler, kızını azarlar. Kendisine “mikrop” denmesi, Hasta Çocuğu derinden yaralar. Hemen o akşam köşkten ayrılıp evine dönmeye karar verir. Erenköy eczanesinde pansumanların iyi yapılmadığını bahane ederek evine gitmek istediğini Paşa’ya söyler. Paşa, kendisinden bir gün daha kalmasını ister. Ertesi gün, Hasta Çocuğun annesi köşke gelir. Paşa’nın karısının daveti üzerine o gece Doktor Ragıp’la annesi de yemeğe davet edilir. Yemekte Paşa ile Doktor Ragıp, Fransız kültürünü ve dilini öven konuşmalar yaparlar, Türkçenin yetersiz bir dil olduğundan dem vururlar. Hasta Çocuk bu boş konuşmalara daha fazla dayanamaz ve saldırıya geçer, Türkçenin güzelliklerinden bahseder. Tartışma giderek şiddetlenir, tehlikeli bir durum alır. Hasta Çocuk susmayı tercih eder. “Uyuyamadım, ağrılarım arttı, fakat ruhî azabıma nisbetle çok asil, sade ve saf olan et ıstırabımı o gece sevdim.” Hasta Çocuk, annesi geldiği için köşkte birkaç gün daha kalır. Fakat köşkteki her şey değişmiştir Geceleri Nüzhet’le havuz başında buluşmalar, gündüzleri kükürt serpmek için bağa gitmeler, Paşa’ya roman okumalar yoktur artık. Hasta Çocuğun gönlü gibi bedeni de kötü durumdadır. Rengi solar, ağrıları artar. Nüzhet, Erenköy’den bıktığını söyler. Hasta Çocuk, şayet elinde olsa nereye gitmek istediğini sorar. Nüzhet bir şeyleri ima edercesine Berlin’e gitmek istediğini söyler. Nüzhet bu yanıtıyla, Hasta Çocuğa ağır darbeyi vurur. Hasta Çocuk her şeyin bittiğini anlar, susar. Hasta Çocuk ile annesi evlerine dönerler. Geceleyin müthiş bir sancıyla sabahı zor eder. Sabahleyin hastaneye giderler. Dizindeki sargıyı açarlar, iltihabı temizlerler. Doktor Mithat Bey, Hasta Çocukla yakından ilgilenir. Hastanın durumu hiç de iyi değildir. Kesinlikle koltuk değneği kullanması ve dinlenmesi gerektiği söylenir. Hasta Çocuk evine gelir. Komşular, akrabalar, dostlar kendisini yoklamaya gelirler. Askerî hastanede çalışan bir dostu, Hasta Çocuğu, çalıştığı hastaneye götürür. Hastanedeki Alman ve Türk doktorlar Hasta Çocukla ilgilenir. Bacak üzerinde yirmi gün boyunca yeni bir tedavi yöntemini uygularlar. Mafsala sokulan demir borular içinden ilaç sıkarlar. Hasta Çocuk acılar içinde kıvranarak, baygınlıklar geçirerek dayanmaya çalışır; fakat onca zahmet ve eziyete rağmen, yapılan tedavilerin hiçbir yararı olmaz. Hasta Çocuk endişe içinde ameliyat olacağı günü bekler. Hasta Çocuk, Nüzhet’i özler, onun hayaliyle avunmaya çalışır. Gözlerini her açtığında kendisini Erenköy’deki köşkte zanneder, dudaklarında Nüzhet’in dudaklarının tadını duyar. Doktor Mithat, Hasta Çocuğu ameliyat için hastaneye götürür. Ameliyathanenin kapısında bacağı kesilmiş genç bir hastayı görür. Operatörler, Hasta Çocuğun bacağındaki sargıyı çözerler. Yedi yıldır çektiği bu illetten kurtulabilmesi için bacağını feda etmesi gerektiğini söylerler. Hasta Çocuk, bacağının kesileceğini duyunca bayılır. Hastanede daha fazla kalamayacağını söyleyerek Doktor Mithat Bey’den kendisini eve götürmesini ister. Hasta Çocuğu komşuları, akrabaları ziyarete gelirler. Son gelişmelerden Erenköy’dekilerin haberi yoktur. Ev her gün ziyaretçilerle dolup taşar. Bacağının kesilme korkusu Hasta Çocuğun hayatını zehreder. “Vücudunun büyük bir parçasını kaybetmek hayaline bir saniye katlanamıyorum, içime baygınlıklar geliyor, ellerimle hasta bacağı tutuyorum ve onun ölümünü kendi ölümümden daha dehşetli buluyorum. Giyinip soyunurken, pansuman yapılırken, minderin üstünde uzanırken, dakikalarca mahkûm uzvuma bakıyorum; her parçası, her hareketi, her yeni aldığı şekil bana birçok düşünceler veriyor, canlanıyor, ehemmiyet kazanıyor ve öteki sağlam uzuvlar arasında idama mahkûm bir kardeş gibi, endişeli bir hareketsizlikle susuyor. Cellâdın bıçağına teslim olacak olduktan sonra senelerce bu işkenceyi niçin çekti? Niçin kan ağladı? Onu testere altında tasavvur edemiyorum; keskin bir çeliğin kalın bir kemik üstünde yürüyüşü -hele çıkaracağı ses- tüylerimi ürpertiyor. Fakat tahayyül etmekten daima kaçtığım bu korkunç tasavvur, en ummadığım zamanlarda beynime musallat oluyor. Evde bıçakla ekmek kesilmesine bakamıyorum. Ameliyattan sonraki hâlimi düşünmek de ayrıca dehşet veriyor. Büyük bir uzvun boşluğunu hissetmeye nasıl dayanacağımı anlamıyorum, bir diş çektirdikten sonra bile yerinde ağızdan daha büyük bir boşluk kaldığı zannedildiği halde ayrılan bir bacağın yerinde kalan uçurumun baş dönmesine nasıl alışılır?” Hasta Çocuk, Doktor Mithat’la hastaneye gider. Çocuğun bacağı son bir ümit olarak başka bir operatöre gösterilir. Operatör, hastanede aylarca kalmayı göze alır ve üç-beş ameliyata dayanırsa bacağını kurtarabileceğini söyler. Hasta Çocuk büyük bir heyecanla “Dayanırım!” diye bağırır. Bacağının kesilmeyecek olması, Hasta Çocuğu yeniden hayata bağlar. Hasta Çocuk, Dokuzuncu Hariciye Koğuşuna yatırılır, burada derin bir yalnızlık duyar. Odanın karanlığı, sessizliği, çevresini kaplayan duvarlar… Yarı baygın bir hâlde Nüzhet’in adını sayıklar. Doktorlar Nüzhet’in kim olduğunu sorarlar. Hasta Çocuk ağlamaya başlar. Annesi ile Doktor Mithat, Hasta Çocuğu ziyarete gelirler. Hasta Çocuk, ameliyatı büyük bir korku ve endişeyle bekler. Sonunda sıra kendisine gelir ve ameliyat olur. Yedinci pansumandan sonra operatör, bacağının kurtulduğunu söyler. Nüzhet ile Doktor Ragıp’ın perşembe günü nikâhlarının kıyılacağını öğrenir. Annesi ile Doktor Mithat, Hasta Çocuğu hastaneden çıkarmak için odaya girerler. “Yarın hastaneden çıkacağım… Dışarda yaşamaktan korkuyorum. Burada ıstıraba ve tevekküle o kadar alıştım ki, onları bırakırsam ruhumun bir parçası kesilmiş gibi boşluk duyacağım; bırakmazsam isyansız nasıl yaşayacağım? Kalanların bana karşı gıptalarına biraz merhamet de karışıyor. Nadir insanların bildikleri ince bir saadeti kendilerin hasrediyorlar. Hasta olmayanların bilmedikleri bu saadeti, ilerde, hiç olmazsa hatırlayabilsem. Bir gün hastanelerde okunmak için bir roman yazsam ve bu notlarımı içine karıştırsam… Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler. İki hasta kadar birbirine yakın hiç kimse yoktur. Hasta olmayanlar bizi ne kadar az anlayacaklar!” 108-109 adresinden alıntıdır.
Berna Moran 1979, Peyami Safa’nın 1939’a kadar yazdığı romanların hemen hepsinde yinelenen bir şema/yapı olduğunu düşünmektedir. Buna göre Safa, madde-ruh şeklinde gördüğü Batı-Doğu çatışmasını; dört kişinin Batı’lı, Doğu’lu ve yazarın görüşlerini seslendiren bilge kişi olmak üzere üç erkek karakter ile Batı-Doğu arasında kararsız bir genç kız rol aldığı bir aşk öyküsü/çatışması üzerinden yansıtmaktadır Çandır, 2012; Aksoy, 2009; Utku Günaydın, 2015. Bu aşk öyküsünde anahtar rol, seçicilik işlevi/görevi yüklenen kadın karaktere aittir ve yazarın bunu, Türk toplumunun iki uygarlığın değerleri arasındaki bocalayışını yansıtmak amacıyla yaptığı değerlendirilmektedir Moran, 1979. Gerçekten de şemayla uyumlu biçimde, Safa'nın romanlarında; iki seçenek arasında kalan, maddi zevklere kapılmaya yatkın, Batı’yı çekici bulan ama Doğu’dan da vazgeçemeyen ve seçimlerinde mutlaka bir bilge erkeğin yol göstericiliğine gereksinim duyan kadın karakterler, dikkat çekici biçimde çoktur Genç, 1992; Günay-Erkol, 2011; Aksoy, 2009. Safa’nın, “kararsız” kadın karakteri üzerinden toplumun “kararsızlığını” yansıtma tercihine ilişkin söz konusu durum, bir yoruma göre, sadece Peyami Safa’yla sınırlı olmayan, çoğunluğu erkekler tarafından üretilen birçok yapıtta yinelenen ve kadını, kötücül ve kusurlu bir insan olarak sunan zihniyetle açıklanabilir Aksoy, 2009. "Kadının bütün kudreti ve mizacı teslim olmaktır" diyen Safa’nın, kadının mücadele yanlısı olmadığını savunduğu, toplumun kararsızlığını göstermek için, kolaylıkla etki altında kalan kadını seçtiği de iddia edilmektedir Genç, 1992. Bu teze karşı, Peyami Safa romanlarında Batılı yaşamın tuzaklarına düşen erkek karakterlerin de bulunduğuna dikkat çekilmekte; romanlarında ahlaki yozlaşmayı yanlış Batılılaşma noktasında eleştiren Safa’nın, cinsiyete ilişkin bir kategori üzerinden yargılamada bulunmadığı öne sürülmektedir Kanter, 2015; Aksoy, 2009. Kadın Peyami Safa’nın kadını, erkekten aşağı gördüğü; kadının görevinin ana ve iyi bir eş olmak, yerinin de evi olduğunu düşündüğü yorumu yapılmaktadır Moran, 1979. Annelik hissi nedeniyle kadının, heyecanı kendinde değil sevdiklerinde arayan, kendini sevdiklerine dağıtan cömert bir ruha sahip olduğunu düşünen Safa için, ideal kadın, böyle bir fedakârlık ruhuna bürünebilmiş, anneliğini yitirmemiş kadındır Dinler Köksal, 2013. Böyle bir bakış açısı, Safa’nın romanlarına; geçişliliğe imkân tanımayan, katı bir biçimde “ya o ya o” mantığıyla kurgulanan bir kadın tipi olarak yansır. Böylece, doğuran/anne olan bir kadının kamusal alanda görünmesi keskin bir dille reddedilir Ay ve Durakoğlu, 2012. Safa, kadının ekonomik özgürlüğünü elde etmesine açıkça karşı çıkar Moran, 1979. Ayrıca, kadının kamusal alana girse dahi erkekle aynı ücreti almamasını da savunur Ay ve Durakoğlu, 2012. Bu düşünceleri romanlarına, geçimi için çalışmayan, evliyse kocasının eline bakan, ona bağımlı olan kadın karakterler olarak yansır Moran, 1979; Uğurcan, 2012; Köksel, 1992. Herhangi bir mesleği ve toplum içinde görevleri olmayan bu kadınlar; aile kurumuna saygı duymayan, evliliğe ihanet eden, ülke ve dünya sorunlarıyla ilgilenmeyen ve dünyada olan bitenin farkında olmayan karakterlerdir Köksel, 1992. Eğitim konusunda Safa, kadının liseden sonra eğitime devam etmesinin, “ev ve analık vazifeleri” nedeniyle uygun olmadığını düşünür Öztürk, 2013. Ancak romanlarında, Doğu’lu erkeklerin aşık oldukları Batı’lı ailelerde yetişmiş kadınlar, yabancı dil bilen, eğitimli, piyano çalan tiplemelerdir. Moran 1979 bu durumun, Safa’nın ikilemine; Batı’lı kadınlara hem hayranlık duyduğuna hem de onları hor gördüğüne işaret ettiğini düşünür. Bununla birlikte, aynı zamanda kadın kahramanların önemli bir bölümü, sinirli, hassas, dayanıksız bir ruh hali sergileyen tipler olarak resmedilir. Bir kısmı sık sık baygınlık geçirir, istenmeyen şekilde gelişen olaylar karşısında aşırı tepkiler verir, sebepsiz jest ve mimikler yapar, uykusuzluk çekerler Köksel, 1992. Safa’nın deliliğe bakışının da dişil ve alafranga olanla doğrudan ilişkili olduğu savunulmaktadır Aydın, 2014. Safa’nın, eserlerinde, iki değerler sistemi/madde ile ruh arasında bıraktığı, seçicilik işlevi yüklediği kadın karakter üzerinden, alafranga hayata özenmenin genç kızlar için nasıl bir tehlike yarattığını göstermek niyetinde olduğu da dile getirilir Moran, 1979. Genç kızların ait olduğu gösterişsiz ama temiz dünyada kalmalarını telkin eden Safa, bunun için kötü son ve pişmanlık motiflerini kullanır Uğurcan, 2012. Dolayısıyla kadınlar, ilk önce kararsızlık çekseler de, sonunda, manevi Doğu’nun değerlerini ve geleneklerini savunan erkekleri seçerler. Bu seçimi zamanında yapamayanlarsa ya kötü yola düşer ya da genç yaşta ölürler Aksoy, 2009; Çandır, 2012. Sentez ve Haysiyet Safa’nın cinsiyete ilişkin bir kategori üzerinden yargılamada bulunmadığını savunan yaklaşıma göre, Peyami Safa’nın eserlerindeki Doğu-Batı ikilemi ve bu karşıtlıktan kaynaklanan sorunlar, yazarın oluşturduğu Doğu-Batı senteziyle cevaplanmaktadır Çandır, 2012; Genç, 1992. Bir Tereddüdün Romanı’nda ideal eşin vasıflarını tarif eden erkek kahraman şöyle der “Eski ailelerin kapalı ahlaki terbiyesiyle yeni ailelerin açık fikri terbiyelerini haiz bir genç kız." Uğurcan, 2012. Fakat bu durumda, Doğu’lu erkek tipleri edilgen çizen ve Doğu-Batı sentezini daha çok kadın tiplerde arayan Safa’nın kadın karakterlerinin, söz konusu sentez arayışına doyurucu bir yanıt verip veremediği sorusu ortaya çıkar. Zira kadın kahramanlar romanın sonunda Doğu’ya dönmekte, Batı’ya yöneldikleri için pişmanlık duymakta ya da alafranga yaşam sürmenin faturasını kötü bir sonla ödemektedirler Ay ve Durakoğlu, 2012. Aslında, farklı bir bakış açısıyla, Safa’nın çoğu romanında kadın kahramana “züppelikle halislik” arasında yaptırdığı seçimin, doğrudan doğruya erkeğin haysiyet problemini çözmeye yönelik olduğu da söylenebilir Gürbilek, 2004’ten aktaran Ay ve Durakoğlu, 2012. Buna göre, kadının Safa’nın romanlarındaki işlevi, Doğu’lu erkeklerin batılılaşma karşısında yaşadıkları gerilime yanıt vermesiyle ortaya çıkar ve kadın kahramanlar genellikle Batı’lı olarak temsil edilen erkeklerden Doğu’lu olanlara, ikincilerin sarsılan ve yitirmeye yüz tuttukları erkekliklerini yeniden kazanmalarını sağlamak için yönelirler Ay ve Durakoğlu, 2012. Moran 1979 ise, söz konusu şemanın Peyami Safa’nın ard arda yazdığı romanlarda tekrar edilmesinin nedeninin/anahtarının Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda 1931 bulunabileceğine inanmaktadır. Romanın otobiyografik niteliğinden hareket ediyor olmalı ki, romandaki aşkı, Peyami Safa’nın çok genç yaşında başından geçmiş ve üzerinde derin izler bırakmış gerçek bir aşk olayı olarak düşünür ve bunun Safa’nın sonraki romanları bakımından belirleyici bir rol oynadığını iddia eder. Bunun sonucunda, Batı’lı erkek tipler Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki Ragıp’ın geliştirilmiş çeşitlemeleri olarak ortaya çıkar, kadın kahramanların kişiliği de Nüzhet’ten belirgin izler taşır. Nüzhet Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanının kadın karakteri Nüzhet, diğer romanlardaki kadın karakterlere benzer biçimde, “kimlik arayışı içinde olan kadın” değerlendirmesine maruz kalır Bereketli Doğan, 2011. Hatta, olgun bir kişiliğe sahip olmadığı; şımarık, basit, alaycı, sorumsuz bir kız olduğu yorumu da yapılmaktadır. Ayrıca Nüzhet’in, hasta çocuğa karşı kalbinde küçük de olsa bir takım duygular uyandığı, fakat annesinin karşı çıkması, kahramanın sakat kalma tehlikesi olan bir hasta olması, kendisinden dört yaş küçük olması, zengin bir doktor tarafından istenmesi gibi etkenler nedeniyle kafasının karıştığı ve duygularının değiştiği öne sürülmektedir Sürmeli, 2015. Bu yorum ve değerlendirmelerde, Safa’nın romanlarına yönelik şemanın fazlaca etkili olduğu ve Nüzhet’e diğer roman kahramanları için ileri sürülen niteliklerin yakıştırıldığı düşünülebilir. Zira romanda, Nüzhet için, ne “kimlik arayışı içinde” olduğu ne de “şımarık, basit, sorumsuz” olduğu yorumunu yapmaya elverişli bir veri bulunmamaktadır. Nitekim Moran 1979, Safa’nın romanlarına ilişkin şemanın aynen Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda bulunduğunu, romanın şemaya kaynaklık ettiğini veya şemanın romana doğrudan uygulanabileceğini söylememekte, yalnızca romanda geçen aşk olayının şemanın üzerinde/oluşmasında etkili olduğunu belirtmektedir. Keza, benzer bir yansıtmayla, Nüzhet’in Hasta Çocuk’u bırakıp Ragıp Bey’le Avrupa’ya gitmeyi tercih etmesinin sembolik bir anlamı olduğu, Genç Kız’ın, sadece Hasta Çocuk’u bırakmakla kalmayıp, bir anlamda Doğu kültürünün değerlerinden de koptuğu ifade edilmektedir Bingöl, 2017. Fakat her şeyden önce Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Doğu-Batı çatışmasının merkezde olduğu bir roman olmadığı gibi, erkek ve kadın karakterler de, Doğu-Batı değerleri ekseninde çizilmemiştir. Kaldı ki, Hasta Çocuk’un gözünden, onun tuttuğu notlarla örülen öyküde, Nüzhet ve Ragıp gibi diğer karakterlerin ayrıntılı çizilen tiplemeler olmadığı da belirtilmelidir. Aşk Olayı Romanda anlatıcı, adı zikredilmeyen, Hasta Çocuk olarak anılabilecek olan baş erkek karakterdir. On beş yaşındaki bu çocuğun tarih yerine başlık vererek tuttuğu notlar, yaşadıklarına dair duygu ve düşüncelerini okuyucuya sunar. Bu notlar ve notların sonradan okunduğuna işaret eden parantez içi müdahalelerden, Hasta Çocuk’un, olayların geçtiği sırada/zamanda, beraber büyüdüğü ve kendisinde dört yaş büyük olan Nüzhet’e aşık olduğunun bilincinde olmadığı anlaşılmaktadır “Hala onu sevdiğimi tamamiyle anlamıyordum, fakat sevinç içinde idim.” Yaşı daha küçük olsa da, on dokuz yaşındaki Nüzhet’e göre kendisini olgun hisseden, onun bu çocukça halini de sevdiğini söyleyen Hasta Çocuk’a göre Nüzhet; yerinde duramayan, heyecanları ve kahkahaları hatta merhametsizliği otomatik, tabiatı müstehzi, kendi kendisiyle uğraşmaktan hoşlanmayan bir genç kızdır. “Nüzhet’le beraber büyüdük. … Ben ondan evvel ruhen çocukluktan çıktım, daha evvel ciddileştim. O hala çocuktu. Fakat bu da benim hoşuma gidiyordu.” “Nüzhet de yanımızda çok durmadı, bir sıçrayışta balkona çıktı. Bu, onun huylarından birisidir. Herhangi bir vaziyette ekseriya iki dakikadan fazla durmaz ve kaçar.” “Ben Nüzhet’in kahkahalarından ürkerim, bu, bir silahtır ki Nüzhet onu başkalarının zaafları üzerine merhametsizce boşaltır. Ağzından bu kısa, kesik ses parçasının dışarıya sıçrayışı kendisi için o kadar gayri ihtiyaridir ki infilaktan sonra o da her zaman şaşırır, bazen utanır ve nadir olarak da açtığı yaraya acır. Nüzhet’in birçok heyecanları otomatiktir.” “Bende her zaman deruni mücadeleyi teşvik eden bu türlü dargınlıklar, kendi kendisiyle didinmekten hoşlanmayan Nüzhet gibi tabiatlarda bütün ruhi faaliyetlerin durgunluğuyla ve can sıkıntısıyla neticelenebilirdi.” Nüzhet, kendisiyle evlenmek isteyen biri olduğunu ve ailesiyle bu konuda görüştüğünü anlatırken de hadiseyi hafife aldığı/çok ciddiye almadığı izlenimi verir. Fakat aile içinde bu hadise vesilesiyle kendisinin konuşuluyor olması hoşuna gitmektedir. Hasta Çocuk’un gözünden Nüzhet böyle görünmekte, onun hakkında söyledikleri bunlardan ibaret kalmaktadır. Dolayısıyla Nüzhet’e ilişkin söylenenler, onun ne kimlik arayışı içinde olduğuna ne de basit, şımarık ve sorumsuz olduğuna işaret eder. Onun alaycılığı bile Hasta Çocuk tarafından gayri ihtiyari/otomatik tepki olarak nitelendirilir. “İstihza sesine hakimdi; fakat onun tabiatı müstehziydi ve böyle olmasa bile, kendisini isteyen adamla mı, hadise ile mi, benimle mi istihza ettiğini anlamak güçtü. Anlatırken arada bir küçük kahkaha atıyordu - Biliyor musun diyordu, bunlar hoşuma gidiyor… Evin içinde büyük bir mesele… Herkes bunu… yani beni düşünüyor. Boyum, bosum, kaşım, gözüm… Onun tahsili, parası, güzelliği… bir sürü mukayeseler! Ben hep gülüyorum. Annem bana kızıyor. Bir kahkaha daha attı. Ben ağzımı açamayacak bir halde idim ve dinlemekte de güçlük çekerek susuyordum. Birdenbire kolumu tuttu - Of! Sen ne ciddi adamsın! Bir şey söylesene…” Hasta Çocuk, Nüzhet’in kendisinden on altı yaş büyük doktor Ragıp ile evlenmesini istemez. Yengesine bunu, yaş farkı ile mesut olmak arasında kurduğu bağlantıyla ifade eder. Bu adam Nüzhet’i mesut edemez – Çünkü, Nüzhet’in birçok arzuları vardır ki o adam anlıyamaz. Yengem, vücudunun birçok parçaları asabiyetle kımıldanarak, sesini yükseltti -Ne gibi arzular? Bir genç kız ne isterse bu adam yapabilir Rahat ettirmek, giydirip kuşatmak, iyi muamele etmek… -Hayır yenge! Bir genç kızın istediği şeylerin bu, binde biri bile değildir. Devir değişti. Hele Nüzhet sefalet görmüş bir kız değil ki, rahat etmek, iyi giyinmek onun için bir saadet olsun. O, zaten rahat. O başka şeyler ister. Kendine yakın bir insan ister. Koskoca bir doktorla anlaşamaz. Bu adam Nüzhet’ten on altı yaş büyük.” Aşık olduğu bilincinde olmasa da, Nüzhetîn bir başkasıyla evlenmesini istemeyen Hasta Çocuk, Yenge’ye söylediği yukarıdaki sözleri, Nüzhet ile yaşadığı “öpücük” hadisesinin akabinde, belki de o hadisenin verdiği cesaretle sarf edebilmiştir. Taşıdığı hararet hissettirilerek okuyucuya aktarılan bu sahne, Hasta Çocuk için hadisenin aşk mı yoksa yalnızca cinsel merak/istek mi olduğu sorusunu ortaya çıkarır. “Gömleğinin üstüne bir şal örtmüş. Ayakları terlik içinde çıplak. Korkusunun şiddetini hissettiren büyük bir cesaret hamlesiyle yaklaştı ve bana bakarak bir kahkaha attı. … Sık sık nefes alıyordu. Biraz açılan şalının önünde, o ana kadar bu derece olgunlaşmış olduğunu esvaplarının üstünden anlayamadığım göğsünü gördüm ve yepyeni bir Nüzhet keşfettim. … Baktığımı görünce göğsünü kapadı.” “Elini omzuma koydu ve ısrar etti. Artık merhamete layık olduğumu anlamaktan utanmayacak kadar mukavetimi ve gururumu kaybetmiştim, teslimiyetin zevki içinde başımı yastığa koydum. –Hastalanırsın diye korkuyorum. Diyerek avucunu alnıma koydu ve saçlarımı okşamaya başladı. O vakit, içimde sıkışan duygular için yeni bir mecra keşfettim; eğer bu duyguları o tarafa doğru sevk edebilecek olursam, yalnız kurtulmakla kalmayacaktım, o anda me’sut olacaktım. İçimde bu inkılap birdenbire oldu, Nüzhet’in kollarını birdenbire tuttum ve ona yepyeni gözlerle baktım. Evvela biraz şaştı, sonra beni dikkatlice süzerek bir şey düşündü; ela gözlerinin bir yandan öte yana şeytani bir yarım daire çizdiğini gördüm ve daha fazla cesaretlendim. Vücudunu kendime doğru çektim, bıraktı, göğsü göğsümün üstüne düştü ve hararetlerimiz birleşti. İkimizin birden, yahut ikimizden birinin kalbi şiddetle çarpıyor, Nüzhet’in göğsündeki yayları oynatıyordu. Bir avucumla başını tuttum ve başıma doğru çektim. Dudaklarımız birbirine değer değmez, Nüzhet, elektrikli bir maden parçasını öpmüş gibi sarsıldı ve bir sıçrayışta ayağa kalktı. Biraz durdu, göğsünü şişiren derin bir nefes aldı, belki bir şey söylemek istedi, fakat hiçbir şey söylemeden, hatta nefesini boşaltmadan geriye döndü, koştu ve odadan çıktı.” Ardından gelen ikinci öpüşme sahnesinde, öpüşmeye götüren ve hadiseyi ilerleten hareketleri Nüzhet yapar ve bunu kendisinin yapmasını gerektiğini düşünen Hasta Çocuk, yine de kendi cesaretinden memnun kalır. “Mum ışığında yarı çıplak, ne kadar güzelleşiyor! Her kımıldanışında bazı bir çocuk, bazı bir genç kız, bazı da bir kadın beliriyor Saçlarının gıdığından kurtulmak için başının yaptığı ilcai küçük sıçrayışlarıyla bir çocuk, gömleğinden kurtulan yarı çıplak bir omuzun yavaşça ve utangaç içeri kaçışıyla bir genç kız; ve arada bir, arzulu bir teneffüsle gerilen göğsünün ileriye çıkışı, kendini gösterişi ve kuvvetli kabarışıyla bir kadın. Ve şalı idare eden kıvrak, zeki eller. Ve ne şefkatli arkadaş! Beni temin ediyor.” “Nüzhet’i tekrar kucaklayarak kendime çektim. Daha doğrusu bu sefer kendini bana o çekti fakat ben gene cesaretimden mağrurdum ağzıyla ağzımı arayan o idi fakat ben gene cesaretimden mağrurdum, elleri ensemde birbirini buldu ve dudakları yüzümde nokta nokta dolaştı, sonra dudaklarımın üstünde durdu. Ben arka üstü yattığım için onun başının ağırlığı da dudaklarınınkine zammoluyor ve benim dudaklarımı sıcak bir tazyikle yoğuruyordu… Göğsümle göğsü arasında da aynı hadise. Bu hal çok uzun sürdü. … Biraz kımıldadım, yüzüne baktım. … Uyuyor. … Arada bir uyanıyor, boynuma sarılı kollarını biraz daha sıkarak uyuyor. Veya gibi yapıyor. … Birdenbire tekrar bana sarıldı, sonra yataktan indi, ayaklarının ucuna basarak uzaklaştı.” Öpüşmenin ötesine geçmeyen bu cinsel münasebetin Hasta Çocuk’un aklına daha ileri bir hadiseyi düşürdüğü, Nüzhet’in anlattığı rüyaya verdiği tepkiyle açığa çıkar. Nüzhet’in attığı küçük tokat, aslında benzer şeyleri düşündüklerini ima etmektedir. “Nüzhet bana güzel bir rüya gördüğünü söylüyor, fakat bu rüyayı anlatmıyor. … – Anlatırsam belki rüyayı bir daha göremem. – Bu rüyayı hakikat yapamaz mıyız? Ağzıma küçük bir tokat vurdu ve şaşkınlığıma güldü.” Hasta Çocuk ile Nüzhet arasında aşka dair herhangi bir diyalog geçmez. Öpüşme sahneleriyse, aşktan ziyade, on beş yaşındaki bir çocuk ile on dokuz yaşındaki bir genç arasındaki cinsel arzuyu/münasebeti çağrıştırır. Safa’nın, öpüşme sonrası “kaçma ve uyuma” tepkileriyle yumuşattığı arzu, şiddetini rüyada açığa vuruyor gibidir. Hastalığı ilerleyen ve tıbbi müdahaleler geçiren Hasta Çocuk, bu süreçte, Nüzhet’i hayal etmekte, sayıklamakta fakat onun kendisinin yaşadıklarını bilmesini, üzülmesini istememektedir. “Nüzhet’in hayali bütün bu düşüncelerimden bir saniye bile ayrılmıyor. … Nüzhet’in gözlerini merak ediyorum fakat haber almasını istemiyorum felaketlerimi bir kurutma kağıdı gibi içeceğini tahayyül ettiğim bu gözlerin içine kimbilir ne kuvvetli bir tecessüsle bakacağım fakat göz göze gelmeye katlanamam, bilmesini istemiyorum. Ve yaşardıklarını görmek! Bunu tahayyül ederken benim gözlerim yaşarıyor.” Nüzhet hastalığı öğrenmiş olmalı ki, ziyarete gelemediği için af diler ve sonrasında Hasta Çocuk, Nüzhet’in evleneceğini öğrenir. “Nüzhet’ten kart geldi. Ziyaret edemediği için af istiyor. Hastalar affetmesini bilirler ama… … Bu Perşembe Nüzhet’le Ragıp Bey’in nikahları olacak.” Nüzhet’in yaptığı Ragıp ile Hasta Çocuk arasında bir seçim değildir, zira Hasta Çocuk Nüzhet’e talip olmadığı gibi aşk ilanında da bulunmamıştır. Ne Ragıp Batı’yı temsil eder ne de Hasta Çocuk Doğu’yu. Romanda, Türkçe konusunda yaşanan küçük bir tartışmada Hasta Çocuk’un Ragıp için kullandığı “Batı tesirinde kalmak” ifadesinin dışında Doğu-Batı karşıtlığı/tartışmasını çağrıştıracak değer eksenli bir pasaj yer almaz. Ayrıca Nüzhet, kararsız kadın tiplemesine uymadığı gibi, romanın sonunda Ragıp ile evlenir. Böylece, eğer Ragıp’ın Batı’yı temsil ettiği varsayılıyorsa, Nüzhet Doğu’yu değil Batı’yı seçmiş olur. Dolayısıyla Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun şemaya uyan bir roman olduğu söylenemez, ki Berna Moran da bunu iddia etmemektedir. Yine de, eğitimi hakkında bilgi verilmeyen Nüzhet’in herhangi bir işte çalışmadığı kuvvetle muhtemeldir ve Safa’nın romanlarındaki genel kadın karakter özellikleriyle bu yönüyle benzeşir. Buna belki, Nüzhet’in ciddiyeti sevmeyen ruh hali de eklenebilir. Romandaki aşk olayının, Safa’nın yaşadığı gerçek bir aşka dayanıp dayanmadığı hakkında bir şey söylemek mümkün değildir. Hatta, romanda anlatılanın aşktan çok, bir çocuk ile genç arasındaki hoşlanma ve öpüşmeden ibaret cinsel bir münasebet olduğu da ileri sürülebilir. Kaynakça Aydın Sürmeli, Peyami Safa’nın Romanlarında Değerler Eğitimi ve Türkçe, Tezi, İnönü Üniversitesi, 2015 Ayşegül Utku Günaydın, Mihail Nuayme ve Peyami Safa’nın Yapıtlarında Mistisizm ve Birey, Monograf, 2015 Ayten Genç, Peyami Safa’nın “Fatih-Harbiye” Adlı Romanında Doğu-Batı Çatışması, Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı 7, 1992 Behiye Köksel, Peyami Safa’nın Romanlarında Kadın, Tezi, İnönü Üniversitesi, 1992 Berna Moran, Peyami Safa’nın Romanlarında İdeolojik Yapı, Birikim 54/55, 1979 Beyhan Kanter, Peyami Safa’nın Romanlarında Beden İmgesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2015 Çimen GÜNAY-ERKOL, OSMANLI -TÜRK ROMANINDAN ÇAĞDAŞ TÜRK ROMANINA KADINLIK DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM, Türkiyat Mecmuası, C. 21/Güz, 2011 Emine Öztürk, Sosyo-Tarihsel Perspektif Süreci İçinde Aşk Sosyolojisi, Cinius Yayınları, 2013 Ferhat Korkmaz, TÜRK ROMANININ İLK BOVARİST TİPLERİ, Esosder, Kış/Winter Cilt/Volume10 Yıl/Year2011 Sayı/Issue35 320-336 Hilal Aydın, TOPLUMSAL CİNSİYET VE ESTETİK ÖZERKLİK BAĞLAMINDA TÜRK EDEBİYATINDA DELİLİK VE KADIN, Doktora Tezi, Bilkent Üniversitesi, 2014 Murat Güvenir, Peyami Safa Üzerine, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 44, Sayı 1, 1989 Mustafa Özbalcı, Peyami Safa’nın Edebi Romanlarında Batılılaşma ve Dini Hayatın İzleri, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt 8, 1993 Muzaffer Çandır, Bir İsyanın Romanı Mahşer, Vefatının Peyami Safa Kitabı, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012 Peyami Safa, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Ötüken, Yayın Sema UĞURCAN Zihniyetlerin Yansıma Alanı Olarak Peyami Safa’nın Romanları ve Şahıslar Dünyası, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Sayı 62, 2012 Sinem Bereketli Doğan, Peyami Safa’nın Romanlarında Kadın ve Kadın Eğitimi, Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 2011 Sümeyye Dinler Köksal, PEYAMİ SAFA’NIN YALNIZIZ ROMANINDA KADIN VE AİLEYE BATILILAŞMA EKSENİNDEN BAKIŞ, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/1 Winter 2013, p. 1259-1268. Süreyya Elif Aksoy, PEYAMİ SAFA’NIN ROMANLARINDA MODERNLEŞME VE MEKÂN, Doktora Tezi, Bilkent Üniversitesi, 2009 Ulaş Bingöl, Peyami Safa’nın Romanlarında Doğu-Batı Meselesi Bağlamında Değerler Çatışması, idil, 2017, Cilt 6, Sayı 31, Volume 6, Issue 31 Volkan Ay ve Abdullah Durakoğlu, PEYAMİ SAFA METİNLERİYLE MUHAFAZAKÂRLIĞA YENİDEN BAKMAK MODERNLEŞME, BİREY VE DÜŞÜNME AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2012, Cilt12, 20. Yıl, Özel Sayı, 1221-46
dokuzuncu hariciye koğuşu karakter analizi